Mucize

Mucize
Yayınlama: 09.11.2020
A+
A-

Çocuk, içine doğduğu aile başta olmak üzere; toplum tarafından yetiştirilir. Toplumun değerlerini benimser çünkü onaylanma ihtiyacı duyar. Önce ailesi tarafından, büyüdükçe de toplum tarafından onaylanmak ister. Aile, çocuğa sorgulama ve empati yetisi kazandırmazsa; çocuk sadece onaylanmak için her yanlışı doğru sayabilecek bir birey olarak yetişir. Daha da vahimi; çocuğa “Doğru olanı yaparken, bu uğurda bir şeyler kazanamamak veya bir şeyler kaybetmek, yanlış değildir.” bakış açısı kazandırılmazsa meydana gelir. Bu durumda çocuk; başkalarını düşünmeden, etik anlamda doğru ve yanlışın değerlendirmesi yapmadan pragmatist bir şekilde hareket etmeye başlar. En güçlü, en kurnaz kendisi olmalıdır. Hep kazanmalıdır. Çünkü bu onu toplumda diğerlerinin imrenerek baktığı bir statüye kavuşturacaktır. Böyle düşünen çocuk, bütün etik kurallarını bir kenara bırakarak sadece kendisini bekleyen zaferlere odaklanır.
Zaferlerin sayısı arttıkça; maneviyat da güç yolunda toprağa gömülmüş olur. Peki o masum çocuktan etik değerleri hiçe sayan bir insan meydana geldiğinde, en büyük zarar yine toplumun kendisine olmaz mı? Bu çocuk gelecekte güçlü bir birey olarak, toplumun parmakla gösterdiği birisi olur olmasına ama bir yandan da ona güç sağlayan yegâne unsur olan paranın kölesi olmaz mı?
Özellikle para diyorum çünkü bugünlerde toplumda değeri bilinen yegâne unsur para. Toplum sadece parası olanı güçlü saymakta, ona saygı duymakta. Çocuklar da daha küçüklükten itibaren para kazanma odaklı büyüyorlar. Hakkıyla para kazanmak, hak yememek, liyakat unsurlarından da olabildiğine uzak şekilde…. Tabii her aile için söylemiyorum bunu ama maalesef hayata genel bakış açısı bu şekilde oluşuyor birçok çocuğun. Hayalleri bir Iphone almak oluveriyor. Şaşırıyorsunuz.
Sonra o çocuklar, başka çocuklara mezar olan “evler” inşa ediyorlar. Fabrikalarının zehrini doğaya kusarak katran karası akıtıyorlar nehirleri. Hayvanların ölümüne sebep oluyorlar. Liyakat nedir bilmeden, işveren oluyorlar. Hak yiyorlar, hak yemedikçe benim gibi olamazsınız, mesajı veriyorlar topluma… Hak edilen değeri göremeyen bireyleri toplum dışına, hatta bazen bu hayatın dışına itiyorlar.
“Deprem nasılsa kırk yılın başında olur.”
“Bu bina ağır hasarlı ama orta hasarlı diyelim. Güçlendirme çalışmalarıyla hallolur.”
” Ben benim gibi düşünmeyene iş vermem. Azra bizim Cem Abi’nin kızı, bizdendir. Onu işe alalım Ferhat Bey.”
Sonra diyoruz ki mucize olmuş, seviniyoruz. Kurtulanların haberlerini bekliyoruz endişeyle. Faturalar hep kadere kesiliyor. Deprem ülkesinde yaşıyoruz ama hala “Hiç olmayacak bir şey” başımıza gelmiş gibi davranıyoruz.
Faturalar kendini, insanlığını satanlara kesilse zaten bugün depremin mucizelerini konuşuyor olmazdık. Bugün kaybettiğimiz her can aramızda olur, depremin sarstığı binalardan kendi ayaklarıyla yürüyüp çıkarlardı. Kimsenin değerlisini, canını kaybetmezdik. Kimsenin psikolojisi bu kadar bozulmazdı. Kimse çadırda uyumazdı. KİMSE KURTULANLARA MUCİZE DEMEZDİ. Çünkü olması gereken budur. Ada ülkesi Japonya mesela…
2011 yılında meydana gelen 9 şiddetindeki Töhoku depremi ve onun sebep olduğu Fukuşima Nükleer Santral Kazaları’nın ardından, Japonya bina inşa yönetmeliklerini bu büyüklükteki bir depreme ve 13 metrelik tsunamiye dayanacak şekilde güncellemiştir. Türkiye’de de Japonya’da olduğu gibi her yeni büyüklükteki depremde ilgili mevzuat yeni karşılaşılan depremin büyüklüğüne uygun şekilde güncellenir. Uzmanlara göre; İzmir Depremi de beklenen büyüklükte bir depremdi ve bu kadar yıkıcı bir etki bırakmaması gerekirdi. Dolayısıyla nasıl bir mucizeden söz ettiğimizi iyi düşünelim…
 
 
 
 
 

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.